Menu

Bir ihtimal daha var.. O da (sevmek) mi dersin?

 

Screenshot_1

Dolma kaleminin içindeki mürekkep kurumuştu.. .Kendi içinin de kurumuş olabileceği ihtimali vardı. Eski evine göre daha küçük ve tahta bir eve yerleşmişti. Uygundu kirası ve büyük evlere göre temizlik daha kolaydı bu küçük tahta evde.. Yıllar önce cilalanmış kapıların her biri artık mat, kuru ve çatlamıştı..  O çatlakları alnındaki dört çizgiye benzetti.. Yaşlanmıştı ve yılların birikimi yüzüne apaçık yansımıştı.. Ziyaretçiler için küçük odayı hazırlamış ve gelmesi muhtemel misafirlerini düşünmeye başlamıştı.. Bir süre düşündükten sonra, emektar daktilosuna oturdu.. Muhtemelen artık kimsenin ziyaretine gelmeyeceğini biliyordu.

Yorgundu aslında.. Uzun bir tren yolculuğunun ardından gelmişti buraya.. Yol filmini izlediğinden beridir, tedirgin olurdu tren yolculuklarında ve çok uyuyamazdı.. Her sarsıntı ayrı bir kabus gibi doğardı içine. O an bir sahne geldi gözlerinin önüne.. Küçücük çocuklar sigara içiyorlardı filimde.. Komik bir halleri vardı aslında ve bunun yanında yadırgıyordu o küçücük yaşlardaki çocukların ellerinde sigara tutuşlarını.. Ama gülemedi o kareyi düşününce..İçinden “sanırım ömrüm boyunca hüzünden besleneceğim..” diye geçirdi.. Ve bir sigara yaktı. Derin bir nefes aldı, evin tavanına doğru savurdu dumanı.. Dikkat etmeliydi. Büyük yangınlara sebep olabilirdi elindeki sigara..  Tabi içindeki yangınları bir kenara bırakırsa..

Daktiloya her vuruşunda geçmişini arıyordu.. Geçmişte yaşanılanı.. Her zaman mutlu olunan, insanlığın geçmişini.. Kendi geçmişini.. Çocukken babasıyla yaptığı ve hayatının dönüm noktası olan o konuşmayı anımsadı.. Ne olacağı konusunda tam olarak kafası netleşmemiş 18 yaşında bir gençti nihayetinde o zamanlar..

                -Yolunu bulman lazım oğlum..

                -Yeni bir yol çizmek istiyorum..

                -Ama bu şekilde arayış içinde olmak kötü..

                – Hiçbiriniz cesur değilsiniz, kaçamak yaşıyorsunuz hayatlarınızı, korkarak!

                -Sen ne istediğini ve ne konuştuğunu bilmiyorsun! Önce bunu belirlemen ve o şekilde karar vermen gerekir! Ayrıca bu üslubunla hiçbir yere varamazsın! Şimdi o küçücük beyninle çözdüğünü sandığın bu hayat seni gerçekle yüzleştirecektir! En iyi yaptığına inandığın şeyden başla.. Zamanla bu şekillenecektir elbet!

Bu sert konuşmanın üzerinden çok yıllar geçmişti.. Babasının önerisini yapmayı denemişti.. Ancak bunca yılın ardından tek bir gerçek vardı o da; içindeki o boşluğun dolmadığıydı. Bundan sonra da hiç dolmayacak olduğunu biliyordu.. Çocukları olsaydı eğer; belki de aynı hataları yapmamaları için mücadele edecekti onlarla.. Babasını o gece kaybetmişti ve hayatının sonuna kadar bundan sorumlu olacaktı.. Bu yük bedenine her zaman ağır gelmişti.. Babasının ölümüne sebebiyet vermiş katil bir evlattı aynaya baktığında gördüğü.. Bir sigara daha yaktı ve dumanını daktilonun tuşlarına savurdu.. Tuşlara dokunan o zehir bulutu kendi hikayesini oracıkta yazıvermişti.. Tükenen bir sigaranın ucundan çıkan sihirli bir zehir..

Hangi işi yapsa mutsuz oluyordu. Kendini o işe tam veremediğinden başarılı da olamıyordu ve girdiği işlerden kısa sürede kovuluyordu.. Yapmaktan hoşlandığı tek şey yazmaktı.. Kendisi, ailesi, babası ve arkadaşları hakkında durmadan bir şeyler karalıyordu . Kimi zaman hoşlandığı kız için şiirler bile yazıyordu defterlerine.. Tabi sahibine hiç okunamayacak şiirler.. Zaten genelde öyle olurdu.. Okunamazdı şiirler ve yarım kalırdı aşk.. Bu aşkın kara bir yazgısı olmalıydı..

Nihayet bir karar verip, ailesinin isteği dışında olan edebiyat öğretmenliği okumayı seçti.  Üniversite yılları da hızlı bir şekilde tükendi.. Ve hala yalnız, mutsuz ve umutsuzdu.. Atandığı köy okulunda hem yazdı, hem de çocukların eğitimlerini karşıladı. Yıllar göz açıp kapayana dek geçti ve bu günlere kadar geldi.. Tabi bu süreç sonunda eskisi gibi olmayan bir beden ve yorgun bir ruha sahip olduğunu göz ardı edemezdi.. Yılar ona kırarmış saçlar, solgun bir ten ve hüzün yüklü bir duruş verdi..

Yazdığı kağıdı diğer kağıtların en üstüne koydu.. Binlerce daktilo edilmiş yazı vardı elinde.. Her birini çeyiz sandığını andıran bir sandığın içinde muhafaza ediyordu. İç sesleri, yaşadığı olaylar, gittiği yerler ve tanıdığı insanlar hepsi bu yazınların içindeydi.. Ara sıra, “hafızamı yitirsem bu kağıtlar bana yol gösterecek..” diye dalga geçiyordu kendisiyle.. İnandığı yegane şey yazmaktı.. Var olduğunca yazmalıydı..

Emekli olduktan sonra farklı işler yapmayı düşündü.. Pazara çıkabilirdi misal.. Ne geçerse eline satardı.. Ama ticaret biraz insana dair empatiyi yok eden bir şeydi ve hayat felsefesini insanı anlama üzerine kurmuş birisi için imkansız bir şeydi bu! Bire alıp beşe satmak ve belki de istemeden hak yemek istemiyordu işte.. Böyle hassas, böyle ince bir adamdı.. Belki kitap satardı.. Ancak öğretmenliği süresince, kitap okuma alışkanlı için ne kadar çabalasa da başarısız olmuştu. Bundandır kitap satsa da zarar edeceğini çok iyi biliyordu..

“Hiç bir iş beni mutlu edemez artık..  Benim şuan ki durumuma dayanabilmem için, yazmam gerekli yalnızca.. Benim bu saatten sonra yazmaktan başka yapacak hiçbir şeyim kalmadı.. Onun dışında da hiçbir şeyin önemi yok gözümde..”

Ciddi manada oturup bu fikri düşünmüştü.. Saatlerce, belki de günlerin bir bölümünde.. Aklının bir köşesinde hala düşünüyor da olabilirdi.. Bir Türk Filmi seyre daldı.. Filimdeki duyguyu hiç tatmamıştı.. Bir kamyon şoförü bir köylü kızına aşıktı.. Aşk neydi? Filme göre Emek’ti.. Yıllarca tüm emeğini yazdıklarına ve öğrencilerine harcamıştı.. Gerçekten bir aşkla bağlıydı bu iki şeye.. Ama bir kadına dokunmamıştı o hislerle..  Dudaklarını öpmemişti, elini tutup gezmemişti..  Artık yapacak bir şey yoktu..  Yaşayan ölüler arasındaydı işte.. Yitirmişti, henüz yeşermemiş duygularını..

Emekli bir edebiyat öğretmeninden ne beklenirdi ki artık? Ne verebilirdi ayaklarını bastığı bu yeryüzünün yeni sahiplerine? Her şey değişmiş, her şey yenilenmişti.. Saklanamıyordu insan.. Ulaşılır, izlenebilir, duyulabilir bir haldeydi artık.. Emeğin sömürü dönemiydi.. Haklının ve haksızın karıştığı bir dönem.. Kavganın kalleşçesinin yapıldığı ve yanlışa ses çıkarılmayan gri bir dönemdeydi dünya.. Bir emekli öğretmen ne yapabilirdi ki? Bir emekliden ölmesi dışında ne beklenirdi?

Karamsar bir bulut çökmüştü gökyüzüne.. Hava yağdı yağacaktı.. İçindeki karanlık bulutlar da gözlerini doldurmuştu.. Tutmaktaydı tüm gücüyle damlaları.. O sinir bozucu fırtına çıkmıştı işte.. Biraz sonra ortalık birbirine girecekti..  Gök yarılacak ve her yer sırılsıklam olacaktı.. Gözyaşları yanaklarından süzülüp göbeğinin üzerine damlayacaktı.. Bir sürü anı kafasının içinde, bir sinema projeksiyonunun çıkardığı o uyumsuz mekanik ses eşliğinde adeta yeniden sahneleniyordu..

Beklediği gibiydi her şey.. Yağmur bardaktan boşalırcasına yağıyordu.. Gök gürlüyor, şimşek çakıyordu.. Yakında bir yere yıldırım bile düşmüştü.. Çok kısa sürede sel olduğu gözle görülüyordu.. Gözlerinden süzülenler yağmura adeta eşlik ediyordu.. Yıllar öyle acımasızdı ki, ağlamak bir soluklanmak gibi gelirdi çoğu kez.. Ağlayış anlarımızın insanın en temiz olduğu anlardan olduğuna inanırdı hep.. O yüzden akmaya başladı mı gözyaşları, durmaları için bir çaba serf etmeden, hıçkıra hıçkıra ağlardı.. Ağladı da.. Sabahın ilk ışıklarına kadar..

O sabah kahvaltı yapmadı. Öylece oturuyordu tekli koltukta.. Evin içindeki her şey eskiydi.. En eski belki de kendisiydi.. Gözlüğünü aradı ve hemen yanındaki sehpanın üzerinde olduğunun ayrımına vardı. Gözleri şişmiş olmalıydı.. O kalın camlı gözlüğü fanilasıyla sildikten sonra taktı gözlerine.. Çok sessizdi ev.. Eski bir türküyü mırıldandı önce; “Selanik içinde selam okunur, amman amman, selamın sedası cana dokunur..” sonra sıkıldı ve ölümü düşledi.. Bu sessizlik gerçekten canını sıkıyordu.. Bir an, gözü karşısındaki masanın üzerinde duran televizyona ilişti.. Ve hiç vakit kaybetmeden açtı televizyonu. Pek seyretmezdi oysa. Kanalları değiştirmeye koyuldu. Gündüz kuşağının ev hanımları için hazırladığı çeşit çeşit program vardı.. Bir süre yemek programına takıldı gözleri. Daha sonra yine sıkıldı. Kapatmak üzereyken gelen kanalda dondu kaldı.. Klasik eş bulma programlarından biriydi.. Bu programlar akşam haber bültenlerine bile çıktığından biliyordu nasıl bir işleyiş içinde olduğunu.. Ekrandan gözlerini alamadı.. Sevim’di adı kadının..

Kısa sürede program aracılığıyla ona ulaşmış, tanışmış ve evlilikten bahsediyorlardı.. Her şey bir anda gerçekleşmişti.. Ancak hızlı ilerlemesine anlam veremiyordu. Aslında tamamen zıt karakterlerdi.. Sevim ilkokuldan sonra okumamıştı. Kültürel olarak hiçbir uğraşısı ve ilgisi yoktu.. Sabahtan akşama televizyonun karşısında oturuyor ve ev işleriyle de hiç ilgilenmiyordu.. Buna rağmen nişanlandılar.. Ona kötü söz söyleyemeyecek kadar sakin bir adamdı.. Ve belki de bu sakinliğiydi tüm hayatının mahvolmasının nedeni.. Emekliliğinden kalan iki kuruş parayı bankadan çektikleri gün, kadın paralarla kayboldu.. Oysa altın bilezik alacak ve kötü günler için saklayacaktılar.

Bekledi.. Bir saat geçti.. İki.. Üç..Dört.. İçin için gelmeyeceğini anlamıştı ve kanıyordu yüreği.. Nasıl inanmıştı, nasıl kandırılmıştı? İnanamıyordu ve her zamankinden daha çok ağlıyordu. Yemeden içmeden kesilmiş, aşırı kilo vermişti.. Göbeği neredeyse kalmamıştı.. Birkaç hafta bu şekilde sürdü.. Aramayacağını, gittiğini kabullenmişti.. Yorgun bedenini güçlükle kaldırıp sokağa çıktı.. Öylece yürüyordu.. Islaktı yer.. Zira dün gece yine bilindik fırtına ve yağmur ortalığı felakete çevirmişti. Bir şeyler yemeliydi..

Soğuk soğuk terlediğini hissetti o vakit.. Sol kolunda bir uyuşukluk vardı.. Ve çıldırtan bir ağrı saplandı göğsüne.. Gözlerinin yerinden çıkacağı hissine kapıldı birden.. Nefes alamadı, başı döndü, gözleri karardı ve olduğu gibi yığıldı ıslak betona.. Sıcak bir yaş damlıyordu kafasından..

Gözlerini açtığında bembeyaz çarşaflar içinde bir odada yatıyordu..Değişik kokuyordu.. Sevmediği sevemeyeceği bir kokuydu bu. Çocukluğunun korkularına kadar giden bir koku.. Sonrasında hastane olduğunu kavraması zor olmadı.. Birisi yaklaştı, bir hasta bakıcı olmalıydı: “Nevzat Bey, demek uyandınız hemen doktoru çağırıyorum.”

Doktor hemen gelip konuşmaya başladı: “Nevzat Amca iyisin, geçmiş olsun.. Bir kalp krizi atlattın ve kafanda 8 dikiş var.. Bu yaşına rağmen çok güçlüsün.. Bu hayatı çok seviyor olmalısın. Allah sevdiklerine bağışladı. Bir haftaya tam sağlığına kavuşacaksın ve taburcu olacaksın. Şimdi kendini fazla yormamaya bak. Görüşürüz.”

Bir şey diyemedi..Doktorun sözleri kulaklarında yankılanıyordu.. Ne güçlüydü ne bu hayatı seviyordu ne de onu sevenler vardı.. Ve sağlığına hiç kavuşamayacağını biliyordu, hissediyordu artık.. Gözleri doktorun yanındaki hemşireye bakıyordu.. Gözlerini alamıyordu.. Yemyeşil gözleri, hafif balıketli vücudu ve yaptığı hafif makyajla ne kadar hoş ve hanım hanımcıktı.. Konuşmak istiyordu Onunla.. Ancak ne demeliydi? Hemşire de ona bakıyordu ama bir hastaya bakmalıydı zaten. Görevi buydu..

Ertesi gün hemşire yaklaştı Nevzat’a. “Bugün daha iyi gördüm sizi.. Bir isteğiniz olup olmadığını sormak için rahatsız ettim.”

“Adın ne senin?”

“Zeynep” dedi gülümseyerek hemşire..

“Evli misin Zeynep?”

“Evlenip boşandım.”

“Benim hiçbir şeyim yok Zeynep.. Emekli bir öğretmenim şu hayatta.. Evlenir benimle.. Hayatta hiçbir saadete erişmedim ben.. Şu son günlerimde benim her şeyim ol Zeynep?  Evlen benimle. Hayatıma güneş ol..”

Kadın önce şaka yaptığını düşündü, oysa sonra gerçekten bir evlenme teklifi aldığını anladı.. Ve hiç bu kadar samimi olmamıştı hayat.. Kendinden on yaş büyük birisiyle yapabilir miydi? Ulaşamadığı o saadeti bu yaşta yakalayabilir miydi? Dalıp gitmişti düşüncelere.. Ve o an “Evet” dedi.. “Evet, evlenirim seninle..”

Hiç beklenmedik anda beklenmedik cesaretlerin sonucunda bir şeyler kavuşmuştu yeryüzünde.. Uzun zamandır birbirlerini bulamamış iki kalp kavuşmuştu bir hastanenin yoğun bakımında.. Ve mutluluk ufacık telaşların ardından geldiği gibi, koskoca savaşların da ardından geldiği görülmüştü.. Mutluluk çok uzak diyarlardan geldiği gibi yanı başımızdan da doğduğu görülmüştü..

KorsanKalem 02.24 18.11.2013

Beğen