Menu

Hayatımıza giren bütün mekanik dokunuşlara da lanet olsun!

kkkkkk

Doğum, yaşam ve ölüm.. Farklı noktalarda ve açılarda birleşmiş, bir üçgen.. Doğup, yaşayıp, öleceğiz.. Doğduk, yaşıyoruz, öleceğiz.. Bu en karmaşık denklemlerin, en kısa ve öz, çözüm yoludur.. Hayatımıza X dersek, X den bir halt olmaz. Biz en iyisi mi adımızı ve soyadımızı takınalım. Bir ismin milyarlarca isimden daha değerli olduğu o anları düşünelim bir süre.. Hani adını işittiğinizde gözlerinizin pırıl pırıl baktığı o isimler vardır ya.. Bir insanı ismiyle hatırlamak o kadar incelikli ki.. Ben isimleri hatırlamıyorum genellikle.. Ama beni herkes hatırlıyor.. Ve ben beni hatırlayan herkesin gözlerinin içine gülümsüyorum. Kan ağlıyorum, ismini oluşturan harfleri hatırlayabilmek için.. Ama o anlar, alfabeden eksiliveriyor ismini oluşturan harfler.. Ve ben aga, kız, müdür, hafız, hacı, kardeş diyip soysuz bir köpek gibi; sohbetin sıcaklaşmasını, olgunlaşmasını ve geçmişin o sapsarı yaşanmışlıklarını beklemeden uzaklaşıyorum..

Önceleri her şeyi unutmak için çok içerdim. İçerlerdim bu duruma.. Dostlarım vardı ve benim için endişe duyarlardı.. Tabi en büyük endişe anne ve babamdaydı haliyle.. Sonra içmelerim tükendi.. Zira hüzünlü dalgınlıklarıma ortak olacak sarhoş dostlarım başka başka kentlere sürgün ettiler kendilerini.. Bir ben kaldım aynı yerde.. Ben de onlardan sonra, her sene aynı ilçede farklı bir eve taşınıp kendimi tatmin ettim. Bunu şimdi söylüyorum. O zamanlar hiçbir şeyin farkında bile değildim. O zamanlar bir sokağın düşünü kuruyordum.. Bir mucizenin beni azgın bir bakire gibi beklediğini düşlüyordum.. Yanıldığımın, çok geç olmadan farkına varacaktım.. Vardım da.. Ama hiçbir neden, beni sonuca götürmeyecekti.. Anlamadığım ve anlamlandıramadığım her şeyden uzaklaştım.. Ve beni sevenler, beni sevdiğini söyleyenler; “Neden bu kadar hüzün?” dediler.. Oysa yaşamlarının ne kadar acı verici olduğunu görmüyorlardı.. Acıdan zevk alıyorlardı belki de, kim bilir?

O evden valizimi alıp çıkalı 6 yıl oldu.. Her sene belli dönemler, sevinç ve heyecanla dönsem de eski ben olmadığım gibi, eski ev de değildi artık.. Bizim evde çok ilginç birikmişlikler vardır. Misal Japon Balıkçıların orta boy bibloları.. Dengede duran balık taşıyıcılar.. Parlak, kahverengi ve ömrüm boyunca hiç kullanılmayan ve de kullanılmayacak olan fincan takımı.. Kristal çay bardakları, tepsiler.. Yağlı boya tablolar.. Dağ, deniz, balıkçı, yeşillik gibi metaların var olduğu klasik 2. sınıf tablolar.. El işi danteller, folyo kabartmalar, ahşap boyama mahsulleri ve neler neler..

Ben her sene köşelikte bulunan içki şişelerini patlatma hayali düşler ve hiçbir halt içmeden dönerdim geriye.. Ancak bu benim cesaretsizliğimden değil, olsa olsa kendime bir ulaşılmaz daha yaratma dürtümden ileri gelmekteydi.. O içkileri içmek için ya çok geç ya da çok erkendi.. Ama bir evden vazgeçmek bir şehirden vazgeçmek kadar kolay değildi işte.. Zira şehirler yıkılır,yeniden yapılır, değişir ve dönüşür.. Biliyorsunuz, görüyorsunuz her geçen gün çevremizdeki her şeye nasıl kıyılıyor.. İnsanoğlu bu, savaşmadan sevişemiyor işte! Fakat işin garip yanı, doğru dürüst de sevişemiyor.. Savaşıp duruyor sadece..

Herkesin evlerinin kuytu köşelerine sığındığı ve yaşamın lüks alışveriş merkezlerden ibaret olduğu sıkıcı bir çağa giriyoruz.. Elimize tutuşturduğumuz dokunmatik hayatların, adi malzemelerinden farkımız yok.. Ve nerede olduğumuzu dünya alem biliyor.. Neredeyiz biz? Biz neredeyiz? O evdeki porselen Japon Balıkçı bibloları nerede? Ve biz neden bu kadar sanallaşıp, neden bu kadar yalanlaştık?

Hayatımıza giren bütün mekanik dokunuşlara da lanet olsun!

KorsanKalem 29.01.2014 19.28

Beğen