Menu

Geceye Düşülen Notlar-32

Yazmaya kaç zamandır elim gitmiyor. Günler trenler gibi geçip giderken, ben de çoğunun unuttuğu bir kasaba gibi duruyorum Anadolu’nun bir köşesinde. Anlamaya çalışmıyorum. Tek bir satır okumuyorum. Günler vagonlara doluşup geçerken, istasyonumda tek bir yolcu bile yok. İşte bu yüzden hiç durmuyor o trenler buralarda. Ben ise her geçen trenin ardından bir sigara tüttürüyorum. Her dumanda daha çok kızıyorum kendime. Bir bağımlılığın bile üstesinden gelemeyip büyük düşlerin kahramanlığını nasıl üstlenebilirim ki?

Uyuyorum belli belirsiz. Geç yatıp iki üç saat uykuyla yeni bir güne uyanıyorum. Yorgun bedenim göz kapaklarıma baskı yapıyor. Bu yüzden günün belirsiz anlarında gözlerimi kapatıyorum. Bu günler geçsin istiyorum. Bu günler geçsin ve yazmaya başlayayım. Yazmaya başlamak… Peki değer mi? Belki de aklım farkında olmadan bunu sorguluyor ve bu yüzden tek cümle dahi yazamıyorum. Ne için yazmak, niye yazmak? Anlatacak ne kaldı ki şu dünyada? Yaşanacak tüm felaketleri misliyle yaşamış bu dünyaya daha hangi erdemi aktarabilirim? Hangi yeni fikir bir ışık olur şu rezil hikâyemize?

Var olmak başlı başına bir sorumluluk gerektiren bir şey. İnsanlar artık günlük rezil kahkahalarının peşine düşmüşken, işaret ettiğim hangi varlık sorunu önemsenebilir? Ya da yazarın yazdıkları önemsenmeli midir? Bana göre bir yazar gerçekten hayatın derinliklerine inebiliyorsa, âna tanıklığını kendi cümleleriyle aktarabiliyorsa, yazdığı en komik bir anının bile sonu hüzne ulaşır. Dünya ve insanlık tarihi bu denli acı yüklüyken, derinlikli bir yazarın ruhu acıtan cümleleri de tozlu raflarda kalmaya mahkûm bırakılır… Özellikle yaşadığımız çağın gerçekleri düşünüldüğünde, ne demek istediğim çok daha iyi anlaşılacaktır.

(Vüs’at O. Bener)

Bugün, Vüs’at O. Bener’in bir öykü kitabını okumaya başladım. Çok ince bir kitaptı. İnce olarak belirtmemin nedeni sayfa sayısını göz önüne aldığımdandır. Oysa içeriğindeki o anlam yükünü, yaşanılanın tanıklığının yazarın omuzlarına bindirdiği yükü kaç ciltte anlatabilirdim bilemiyorum. Bu yüzden henüz okumayı bitirmedim. Ben sevdiğim kitapları çok yavaş okurum. Size de öyle oluyor mu? Sanki okuyup hemencecik bitirmek o yazara ve yazılana hakaret gibi geliyor…

İçinde debelenip durduğum bu ruh hali, Venüsyalı’nın Korsan Edebiyat’ta yazdığı bir yazıyı* okuduktan sonra patlama noktasına geldi. Sanki benim durumumu dinlemiş ve bunu özetleyen bir yazı kaleme almış gibi hissettim. İşte yazarın bizlere sunduğu şey tam da bu olmalı değil mi? Sıkışıp kaldığımız bir çıkmaz sokakta, karşımıza dikilen o duvarı yıkabilendir yazar. Ya da o duvarın tepesinden elini uzatan bir dosttur. Hiç olmadık bir cümlede, ışık olup aydınlatan; düştüğünde sarıldığın cümlenin sahibidir. Belki de yazmanın tek amacı da budur. Başkasının dermanı olmak ama bunu hiç bilememek… Belki bir şekilde hissetmek ama tam anlamıyla emin olamamak…

Daha önce Vüs’at O Bener’i hiç okumamış olduğum için biraz mahcubum aslında. Aynı zamanda böyle büyük ustaların sohbetlerine eşlik edememiş olmak da ne büyük eksiklik! Bu çağ da böyle büyük insanlar çıkarır mı? İnanın bilemiyorum… Bir şekilde kıvrılıyor herkes. Bir şekilde yolunu bulma zorunda hissediyoruz. Bir süre kirlenip sonra ustalık taslamayı sindiriyor içimiz. Sonra battığımız o çukurdan hızla uzaklaşıp yeni bir gülümseme inşa ediyoruz suratlarımıza. İnanmadığımız cümleleri vurgulayıp kullanıyoruz sohbetlerimizde. Kitaplarımıza anlamsız münasebetsizlikler imzalıyoruz. Olmuş gibi yapıp geçmişin erdemli hikâyelerine öykünüyoruz. İş işten geçmiş, o güzellikler yitmiş artık! Şimdi bol reklamlı üstatların pahalı dolma kalemlerinde tükeniyoruz. Kendi bahçelerinde yarattıkları dünyalarda, üç beş şaklabanın alkışında bitiriliyor sanat, edebiyat ve hayat… Ben, sen, o; yani bizler de o bahçede korkuluk olmak için yırtınıyoruz. Gerçek ise çok uzakta… Gerçek tükenmiş nesillerin, güzel anılarında saklı…

Çabalamak isterdim… Eskisi gibi… Ama başkaları için çabalamak bir süre sonra çokbilmiş bir ahmak olarak nitelendirilmenize sebep oluyor. İşte bu yüzden cümlelerime odaklanmak zorundayım. Başkalarının ne yaptığı ve ne yaşadığı zerre kadar umurumda değil artık. Kendi yaşamları için en ufak bir şey yapmayanlar için ne diye üzüleyim? Kendi değerlerini yaratmaktan aciz, salt budalaca yorumlar yapıp egolarını tatminden öteye gidemeyen ama bu tatmin oluşun yapaylığını bile fark edemeyenler için söylenecek sözüm yoktur, olamaz… Günü kurtarsınlar, çok zeki, çok aydın, çok bilgili olduklarına inansınlar. Benim için yok hükmündedirler ve göreceksiniz; er ya da geç bununla yüzleşmek zorunda kalacaklar…

Başkalarını düşünmüyorum. Cümlelere odaklandım. Üstatların emek yüklü kederli öykülerinde avunuyorum. Ve onları düşlüyorum gecelerimde. Nasıl paylaşırlardı bilgeliklerini kim bilir… Kardeşçe bölüştükleri ekmeklerine, o dost meclislerine, anlamlı bakışlarına ve bakışlarıyla orantılı cümlelerine ulaşmak arzusuyla tutuşuyor içim…

Kötüsünü gördü gözlerim… Kötüsünü işitti kulaklarım. Kötüsünü bildim, insanın… Olmamış bir ruhla harmanlanan o bedenlerdeki hınç, o ağdalı dil, o iğrenç koku… Hiç tükenmeyecek… Hiç silinmeyecek yeryüzünden… Ne acı! Bir çiçekle aynı gökyüzünün altında yaşayıp hüküm sürüyorlar dört bir yana… Çok yazık, hiç bitmeyecek bu kavga… Gönlü hoş, ruhu tatlı, cümleleri büyük insanlar azaldıkça; kıyametin kapıları alabildiğine açılacak…

Bileceğim… Ne olursa olsun, her şeye rağmen; yazmaya devam edenler olacak… Anlamak ve anlatmak için çırpınan eller, geçmişin kederi ve anlarıyla geleceğin savunucusu olacaklar… Bitmeyen bir savaş bu… Karanlıkla aydınlığın, kara ile beyazın savaşı… Yorulsam da, tükensem de bu savaşta yerimden feragat etmem, edemem…

Beğen  
Önceki Yazı
Sonraki Yazı